Bir Unutma Dini

olarak: Türklük




Gözümün önüne sisli görüntüler geliyor... Üsküdar’da bir mahalle... Kış günü, kar yağmış, çocuklar kartopu oynuyor. Aralarında ben de varım. Kartopu oyunu sıkıcı olmaya başlayınca, eğlence farklılaşmaya ve acımasızlaşmaya başlıyor. Kartoplarının içine taş koyup, fırlatma oyununa geçiliyor. Taşlı kartopu oyunu mahalledeki yıkık dökük iki katlı bir evin camlarına isabet ettirmece ve kırmaca oyununa dönüşüyor.

Camlar teker teker kırılıyor... Soğuk, kış günü...

Evden yaşlı bir kadın çıkıyor. Korku içinde. Üzerinde kıyafetler siyah; başörtüsü de siyah. Sanki, “utanmıyor musunuz!” diye bağırmaya çalışıyor. Sesi, daha doğrusu ne dediği o günden bugüne gelemiyor ama utanmıyoruz o sırada. Kadının şivesini duyunca daha da azıyoruz. Çünkü o harabe evde yapayalnız yaşayan o kadın bizim annelerimizden, ninelerimizden farklı.

Tek katlı, küçücük, turuncu badanalı bir ev... Kapının önüne öfke içinde mahallenin delikanlıları birikmiş, “çıkın dışarı! diye bağırıyorlar. Kapı açılıyor, evden bir genç çıkmaya çalışıyor; arkasından ev ahalisi onu tutmaya çalışıyor; kızkardeşinin “çıkma abi!” diye yalvarışları, kapı önünde birikenlerin “gâvur!” diye bağrışları bugüne kadar geliyor.

Bir yaşlı kadın ve annesinin oturduğu eve doğru elinde baltayla seğirten, beyaz fanilalı, bıyıklı rambovari bir adam... Arkasından onu tutmaya ve “yapma abi!” diyerek engellemeye çalışan gene bir kızkardeş... Sonra görüntü sıçrıyor; kızkardeş bu sefer yaşlı kadınların evlerine doğru çığlık çığlığa bağırıyor: “Keşke engellemeseydim abimi! Baltasıyla kırsaydı şu gâvurların kapısını keşke!”

İlkokul ya da ortaokul öğrencisiyim. Bir gün otobüste iki kadın Türkçe olmayan bir dil konuşuyorlar. Nefret ediyorum onlardan...

Bütün bu görüntüler 60’lı ya da en fazla 70’li yıllardan...

Ancak otuz yaşımı geçtikten sonra, Paris’te, İstanbul’dan gelmiş bir Beyaz Rus kadından duyuyorum çeşitli aralıklarla sürdürülmüş “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyalarını. Tabii ki inanmıyorum ve “yanlış bildiğini” yüzüne vuruyorum...

Bu türden kampanyaları ve 6-7 Eylülleri öğrendikten sonra, çocukluğumdan kalma görüntüler de saklandıkları yerlerden çıkıyorlar. O zaman fark ediyorum, nasıl da kimsenin zorlaması olmadan, sadece ortalıkta dolaşan havadan veya bir öğretmen ya da bir radyo spikerinden gelen mesajlarla, kendi kendime nasıl ehlileştiğimi ve yasaklara boyun eğdiğimi, teslim olduğumu ve hatta teslim olmanın ötesinde, nasıl o bacak kadar boyumla nefretle dolu savaşkan bir ruha dönüştüğümü...

Bir konferansta Uygur kökenli bir vatandaş, Türkiye’de Kürtlerin “daha ne istediklerini”, aslında ekmeğini yedikleri ülkemize neden ihanet ettiklerini soruyordu. Ve kendi durumunu, Çin’deki baskılara nasıl dayanamayıp Türkiye’ye geldiğini, “devletimizin ona nasıl kucak açtığını, bu topraklarda hepimizin Türk olduğunu” anlatıyordu. Çok garip ama bir o kadar da anlaşılır bir hikâyeydi anlattığı aslında; “kendi olmak”tan vazgeçemediği, Çin’in baskılarına itiraz ettiği, asimile olmayı reddettiği için Türkiye’ye gelmişti ama geldiği zaman ise kendinden vazgeçmişti. Bir efendinin gazabından kaçarken, yeni efendisinin gazabından korkup, o efendinin gözüne girmek için bütün çabasıyla asimile olmaya çalışıyordu. Burada yüzyıllardır yaşayan ve kendi olmak, kendi kalmak isteyenlere tahammül edemiyordu.

Son yüzyıl içinde bu topraklarda ne kadar çok insan nüfus mühendisliğinin kurbanı oldu... “Yeni insan” kategorisinde kabul edilmek için analarının babalarının kültürlerini, hafızalarını sildi. Bir “unutma dini” olarak “Türklüklerini” ispat etmek ve kendilerinin teslim olduğu unutma haline herkesin teslim olması için... Bu teslim olmayanlar yüzünden hatırlamak zorunda kalmamak için...

Bu yüzden Habur’daki barış arzusu ve coşkusuna çaresizliğin yarattığı tepkiyle cevap verdi bir çok “yeni insan”. Yüzyılın unutma operasyonu bok yedirilen köylüleri olduğu gibi, Habur’daki umudu da görünmez kıldı.

Kolay değil bu umut. Savaşı bir ihtiyaç olarak öğrendik biz bu memlekette. Kafamızı biraz kaldırıp, başka dünyalardan, başka umutlardan nefes almaya her kalktığımızda “sakın ha!” gürlemesini duyduk. “Ne kadar çok düşmanlarla çevrili olduğumuzu” anlattı birileri. Ve biz savaşın koyduğu ve sürekli beslediği dille kendi acılarımızı unutmaya çalışırken, savaş bittiği zaman boşluğa düşüyoruz. Bir anda hayatımıza anlam veren Barbarların gelmediği, hatta aslında olmadığı fikriyle bastığımız yer sarsılıyor.

Artık savaşmamaya karar vermiş insanların sunduğu manzaradan sadece umut çıkması gerekirken, çıkamıyor.. Çünkü çok acı var... Ve bütün o unutulmuş olanlardan kalan tortulaşmış acılardan sıyrılıp başkalarının acılarını görebilmek sıradışı bir inanç, sıradışı bir umut gerekiyor...

Bu yazı Ferhat Kentel tarafından kaleme alınmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder